26 Temmuz 2012 Perşembe

Bitirilmeyi Bekleyen Kitaplar Operasyonu: Taktikler ve Çözüm Önerileri.

Daha önce de sanırım bloga yazmıştım, bu aralar aynı anda birden fazla kitap okuyorum (sayıyı vermeye çekindim, garipsersiniz diye) hem de bazıları uzuyor da uzuyor. Sakız gibi. Bin beteri, kitabın iyi olup olmamasından da bağımsız. Daha çok yaz sıcağı ve benim gelgitli ruh halimle alakalı sanırım. Her neyse. Ama bugün masanın üzerindeki yığını görünce canıma tak etti. Yorgun argın eve gelmeme rağmen hızlı bir duş sonrası dün yaptığım püreden birkaç kaşık alıp çantamı da alıp bir kafeye doğru yola çıktım. Çantamda neler vardı peki? Dört adet bitmelerine 20-30 sayfa kalmış kitap, not defteri, cüzdan, telefon vs. Bu sefer niyetim ciddiydi ve bu kitapların en azından ikisi bitmeden eve dönmek bana yasaktı. Bu yazıda, sizin de elinizi altında böyle kitaplar varsa neler yapıp da bitirip, içinizi ferahaltabileceğinizden bahsedeceğim. Benim izlediğim/uyguladığım birkaç tane de taktik vereceğim.


Belki de okuma eylemini böylesine mekanikleştirip, kitabı bitirmeyi nihai hedef yapmama kzııyor ya da anlam veremiyorsunuz. Ama belki sizin de elinizde aynı kitaplar aylarca dönüp dolaşsaydı, siz de benim gibi zıvanadan çıkabilirdiniz. Nitekim bende öyle oldu. Bu kitaplar bitmeliydi. İkisi bitti, ikisi kaldı. Belki şuna da açıklık getirmekte fayda var. Daha önce bir anket yazısında sanırım artık okuyamadığım kitapları çok da zorlamadığımı, çünkü okumanın bir keyif işi olduğunu, okunacak daha çok kitap olduğunu vs. yazmıştım. Ki hala öyle düşünüyorum. Bugün giriştiğim işte farklı olarak,  ben bu kitapları severek okudum, sevdiğim kitaplar oldular yani. Sadece bitmediler, bitemediler, bin türlü sebepten ötürü.


Taktiklere gelecek olursak, eğer sizin de elinizin altında yarım yarım kalmış kitaplar varsa şöyle şöyle yapabilirsiniz...


  • Öncelikle işe bu kitapları gözünüze hep çarpacakları bir yere koymakla başlayın. Üst üste istiflenmiş olarak masanızın üstüne, mutfak tezgahından bir kenara ya da yatağınızın başucuna. Böylece üzerinize binen vicdan azabı dayanılmaz bir hal alacaktır.

  • Vicdan azabından başlamışken, belki çok materyalist ve ayıp olacak ama fiyat etiketlerine bakıp bu bir türlü okuyamadığınız kitaplara zamanında ne kadar para verdiğinizi hesaplayabilirsiniz. Vicdan azabı çığ olup yuvarlanacaktır.

  • Şimdiye kadar negatif itkilerden faydalandık. Biraz da pozitiflere bakalım. Bahsi geçen kitapların içinden başarıyla bitirdikleriniz oldukça, okunmuş kitap istifine ya da rafına ekleyebilirsiniz. Okunmuş kitaplarınızın sayısı arttıkça garip bir şekilde kendinizi de  iyi hissedeceksiniz. 

  • Okunmuş kitap listeleri de işinize yarayabilir. Bu listeyi buzdolabı ya da mantar panonuza asabilir, liste uzadıkça mutluluktan havalara zıplayabilirsiniz.

  • Ödül yöntemi çocuklar ve köpekler üzerinde etkili olduğu kadar biz yetişkinleri de hizaya getirmede birebir.  Birinci yöntem, yarım kalmış kitaplar bitmeden yeni kitap almamak olabilir (ben bu konuda çok başarılı değilim). Tam tersini uygulayıp, kitap bittikçe yeni bir kitap alırsanız da ödül yöntemi olmuş oluyor Diğer yöntem ise kitaplar birer birer okundukça, illa yeni bir kitap olmak zorunda değil, kendinizi ödüllendirebilirsiniz. Ödül size kalmış. İlla kitap olmak zorunda değil. 

  • Okuma takvimleri de oldukça etkili bence. Şurada eski bir yazımda nasıl bir şey olduğunda bahsetmiştim. Yarım kalmış kitapları bitirmenize yardımcı olmakla kalmayacak, bu minik takvimler bana kalırsa belirli bir okuma disiplini de kazandıracaktır.

  • Benim bir diğer sıklıkla başvurduğum yöntem ise, bitmeyen o kitaba karşı ilgimi ve merakımı tekrar alevlendirmek için kitap üzerine bloglardan, incelemelerden, şuradan buradan yazılar okumak. 100% çalışıyor.

  • Eğer o bitmeyen kitap bir seriye aitse, ondan sonra gelen kitap hakkında bir şeyler okuyun ve meraklanın. Her ilişkiye heyecan lazım.

  • Ve son olarak belki kitabın filmi varsa izleyip, kitapların filmlerinden her zaman daha iyi oldukları gerçeğini aklınızdan çıkarmayın. Çıkarmayın ki dönüp kitabı okuyun, bu sefer bitirin.



Sevgiler.



Mutluluk.


23 Temmuz 2012 Pazartesi

Merhaba.


In the Desert / Çölde - Stephen Crane

In the desert
I saw a creature, naked, bestial,
Who, squatting upon the ground,
Held his heart in his hands,
And ate of it.
I said, “Is it good, friend?”
“It is bitter—bitter,” he answered;

“But I like it
“Because it is bitter,
“And because it is my heart.”


Çölde
Bir yaratık gördüm, çıplak,vahşi.
Çömelmiş oturuyor
Yüreğini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: "Tadı güzel mi dostum?"
"Acı, acı," diye karşılık verdi;
"Ama seviyorum
Çünkü acı
Ve benim kalbim."

*Şiirin Türkçe hali Everest Yayınları tarafından basılmış, Nilgün Marmara'nın tezi olan Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi adlı kitaptan alınmıştır.

22 Temmuz 2012 Pazar

Kitap arkası yazısı, Katip Bartleby- Herman Melville


"Kahramanımız, 19. yüzyıl New York'unda, Wall Street'teki bir hukuk bürosunda, evraklar ve kırtasiye işlerinden ibaret bir dünyanın ortasında, her cümlesinin ve cevabını Türkçe'ye çevrilmesi biraz zor "yapmamayı tercih ederim" kipiyle tamamlayan sıradan bir katip: Bartleby. Ama kitabın yazılıp yayımlanışından bu yana, yani yüz küsur senedir, hayatın iç düzenini yerle bir eden, geniş ve şaşırtıcı bir özgürlük alanı açan bir eylem olarak yorumlanmış bu tavrıyla Bartleby, Kafka'nın ve Beckett'in dünyalarının habercisi ve öncüsü sayılıyor. Oraya herkesten önce varmış ilk kahraman, Melville'in meşhur katibi, hayranlarından Borges'in önsözüyle İletişim Dünya Klasikleri'nde.


'Bartleby'nin verdiği cevaba benzemeyen cevapta, karanlık, düzen bozucu, komik ve yüce bir ironi vardır.' -Jacques Derrida.


'Melville'in Bartleby'si Kleist, Dostoyevski, Kafka ve Beckett'in kitaplarıyla beraber itibarlı bir yeraltı edebiyatı geleneği oluşturur.' -Gilles Deleuze."


İletişim Yayınları
Dünya Klasikleri Serisi
Çeviren: Münir Göle
63 sayfa
Fiyat: 8.50

Mirel'in kanaviçeleri


Benim bir arkadaşım var. Mirel. Çocukluğumuzdan beri biliriz birbirimizi. Çok severiz çünkü... Çünkü bir sürü sebepten ötürü. Mirel kendimi bildim bileli el sanatlarına, el işlerine, ıvır kıvır zıvıra hem çok yetenekli olmuştur hem de çok severek yapmıştır. Mesleği bu değil. Alakalı da değil. O bir diş hekimi. Ancak ister hobi deyin ister başka bir şey, o sevdiği şeyleri yapmaya devam ediyor. Yapıyor da yapıyor. En çok da kanaviçe yapıyor. Evi doldu taştı. Hediye ediyor, veriyor ancak yine de tükenmiyor. Bana kalırsa bunu birazcık işe çevirebilir çünkü yaptığı şeyler gerçekten çok güzel ve belki de bu bir iş haline gelirse, çok da bayılmadığı diş hekimliğini yapmak zorunda kalmaz.

Ben onu ikna edemiyorum. Belki siz ikna edersiniz diye bu hafta blogda onun yaptığı işlere yer vereceğim. Sizin yorumlarınız gerçekten çok önemli. Bu kızın biraz cesarete ihtiyacı var! Yorumlarınızı, önerilerinizi, tavsiyelerinizi bekliyorum. Bekliyoruz. 

*fotoğraftaki bardak altlığı olacak yakın zamanda. Belki de olmuştur bile, kim bilir!

Teşekkürler (:

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Nostaljik masa saati.


Tiktakların garip ama bir o kadar da yatıştırıcı bir etkisi varmış.

Kitap Arkası Yazısı, Virginia Woolf'tan Yazarlık Dersleri, Yedi Derste Yazma Sanatı- Danell Jones.

"Kulağa coşkulu gelen bir sesle, "sadece yazın demek istiyorum" diyordu. "Sayfalar dolusu saçmalayın. Aptal olun, duygusal olun, Shelley'i taklit edin, içinizden gelen her sese kulak verin. Dilbigisi kurallarını, teknik ve biçimsel alanda bilinen tüm kurallarla beraber ihlal edin, dökün, devirin, kendi keşfiniz olan olmayan her türlü kelimeyi kullanıni şiirsel bir biçimde, düzyazı bir metinde, ya da elinize geldiği gibi bir çırpıda yazılan anlamsız sözlerle öfkelenin, sevin, alay edin. Ta ki yazmayı öğrenene kadar..."


Timaş Yayınları
2008
144 sayfa
Fiyat: 9.50

Sel Yayıncılık, 'Kadın Kitaplığı' serisi.


  • Felsefe-i Zenan/ Ahmet Mithat Efendi (Osmanlıca orijinali ile) Yayına hazırlayan: S. Emrah Arlıhan
  • Yerli Bir Feminizme Doğru/ Aynur İlyasoğlu – Necla Akgökçe
  • Kendimizi Savunurken / Rosalind Wiseman, Türkçesi: Lale Akalın
  • Voltaire de Cleyre’nin Yaşamı / Paul Avrich, Türkçesi: Emine Özkaya
  • Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu / Valerie Solanas, Türkçesi: Ayşe Düzkan
  • Ütopyanın Kadınları, Kadınların Ütopyası / Yasemin Temizarabacı Yıldırmaz

20 Temmuz 2012 Cuma

Kitap Arkası Yazısı, The Simpsons and Philosophy- William Irwin, Mark T. Conard, Aeon J. Skobie (eds)


No less an authority than Homer Simpson himself has declared: “Cartoons don’t have any deep meaning. They’re just stupid drawings that give you a cheap laugh.”

Don’t have a cow, man. Here comes a squadron of erudite scholars with the guts to challange even Homer’s pessimistic view of his family’s historic plight.

Does Homer Simpson really exhibit Aristotelian virtues? Can we learn from Maggie about the value of silence? Is Bart the kind of individual Nietzsche was trying to warn us about? How does Lisa illuminate American ambivalence towards intellectuals?

Here we can find out about irony and the meaning of life, the politics of the nuclear family, Marxism in Springfield, the elusiveness of happiness, popular parody as a form of tribute, and why we need animated TV shows. As if alll that weren’t enough, this book actually contains the worst philosophy essay ever.

Now that we have The Simpsons and Philosophy, we can all rub our hands together and say, in a slow, sinister, breathy voice: “Excellent...”


Kitap Arkası Yazısı, The Journals of Sylvia Plath 1950-1962


“The publication of these journals... gives us the chance to hear Plath in her own words, to see her marriage in close up, and to watch the evolution of her dazzling last poems.” Andrew Motion, Financial Times.

“Everything that passes before her eyes travels down from brain to pen with shattering clarity – 1950s New England, pre-c-ed Cambridge,pre-mass tourism Benidorm, where she and Hughes honeymooned, the birth of her son Nicholas in Devon in 1962. These and other passages are so graphic that you look up form the page surprised to find yourself back in the here and now... The struggle of self with self makes the Journals compelling and unique.” John Carey, Sunday Times.

“So what does this new edition of the Journals offer, other than Karen Kukil’s exemplary editing? Most importantly, it gives us Plath unmediated, as no biography or memoir can... The poems tell the story as the poets (Hughes and Plath) wanted, with the composure of great art. But in their raw intimcay, these Journals are no less  enthralling.”  Blake Morrison, Independent on Sunday.

“... Full of brilliant writing that tells us a great deal about how the poet in waiting became the poet we know.” Anne Stevenson, Thumscrew.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Okuyan Kedi Hakkında.


Ad: C.
Boy: 1.75
Kilo: 57
Doğum yeri: İzmir
Doğum tarihi: 1990
Kardeş: yok
Evcil hayvan: 13 yaşında siyam kedisi (Siyami), 4 aylık pembe burunlu sokak kedisi (Ayı)
Sevdiğim renkler: lacivert, kahverengi, bordo
Sevdiğim filmler: White Ribbon, Garden State, Jumanji... (aklıma gelmedi)
Sevdiğim gruplar/şarkıcılar: Aimee Mann, Eels, Kings of Convenience, Sia, Jem, Rosi Golan
Sevdiğim şehirler: Moskova, İstanbul, İzmir, Barcelona, Malaga, Atina
Sevdiğim yemekler: patates kızartması, fırında tavuk-patates, patlıcan kızartması, ekşili bamya, arpacık çorbası
Sevdiğim tatlılar: kalburabastı, elmalı-tarçınlı turta, lokma, krem şokola, çilekli pasta
Sevdiğim içecekler: limonata, kola (maalesef), şeftalili ice tea, şeftalili soda, gazoz
Sevdiğim meyveler: şeftali, erik
Sevdiğim kokular: incir ağacı kokusu, yasemin
Fobiler: Yükseklik
En çok giydiğim şeyler: şort, iki beden büyük t-shirtler, oduncu gömleği
Ayakkabı tercihi: converse, camper
Saat: Swatch, açık kahverengi deri kayışlı
En sevdiğim aksesuvar: çanta, kolye
En çok gittiğim yerler: Ara Cafe, Karga, La Boga
Nerede yaşamak isterim: Moskova
Nereyi görmek isterim: Latin Amerika
Büyüyünce ne olmak isterdim: Arkeolog
Ne oldum: Siyaset Bilimci

*Fark ettiyseniz, sevdiğim kitap ve yazarlara dair bir şey yazmadım. Arayış hala devam ediyor. 

Kitap Arkası Yazısı, Şeyler-Georges Perec


"Jerome ile Sylvie, özgürlüklerinden hiç ödün vermeden her şeye sahip olmayı düşlerler. Oysa öğrencilikte çıkıp daracık odalardan,  “bir pantalon, bir kazak”tan, kötü yemekhane yemeklerinden kurtulmanın ve düşledikleri yaşama ulaşmanın bir bedeli vardır. Nesnelerle örülü yaşam giderek daha da ulaşılmaz bir imgeye dönüşür.
Georges Perec, beşinci basımını yaptığımız Şeyler’de, 60’lı yılların, Jerome, Sylvie ve arkadaşlarının bu hikayesiyle Fransız toplumunun keskin bir betimlemesini veriyor.

Oysa her şey ne kadar da tanıdık..."

Metis Yayınları
Fiyat: 10.00

Kitap Arkası Yazısı, Orlando- Virginia Woolf.


"Virgina Woolf’un romanları arasında Orlando, her türlü olabilirliği ve gerçekliği dışlayan fantastik öğelerle bezenmiş konusu, coşkulu, abartılı, mizah yüklü anlatımıyla özgün bir yere sahiptir. İngiltere’nin en soylu ve nüfuzlu ailelerinden birinin tek mirasçııs olan olağanüstü güzel, duyarlı, şair ruhlu Orlando, serüven dolu yaşantısına Kraliçe I. Elizabeth’in gözdesi ve haznedarı olarak başlar. Arayışlar içinde geçen inişli çıkışlı dörtyüz yıllık yaşamının rota yerinde büyük bir dönüşüme uğrar. İstanbul’da II. Charles’ın elçisi olarak bulunduğu sırada mucizevi bir biçimde kadın olur. Bir süre Bursa dolaylarında çingeneler arasında doğayla iç içe yaşar. Yeni kimliğiyle İngiltere’ye döndüğünde 18. Yüzyıl edebiyat çevrelerinin ünlü nüktedanları arasında can sıkıntısından patlar, 19. yüzyılın kadınlar biçtiği rolün içinde boğulacak gibi olur. Ancak aykırı, enerjik, sorgulayan kişiliğinin yardımıyşa tüm toplumsal değişimlerin ve kendi yaşamındaki büyük dönüşümün üstesinde gelmeyi başarır. Roman sona erdiğinde 1928 yılında, olanca boyun eğmez çağdaşlığıyla dimdik ayaktadır. Virginia Woolf bu keyifli romanda bize yalnızca sıradışı bir kahramanın olağanüstü hikayesini anlatmakla kalmaz, ince değinmelerle, keskin bir mizahla, çarpıcı simgelerle İngiltere tarihinin son dörtyüz yıl boyunca geçirdiği dönüşümleri ve bunların İngiliz yazınındaki yansımalarını da ikiyüz sayfalık bir metne şaşırtıcı bir ustalıkla sığdırır."

İletişim Yayınları
Çağdaş Dünya Edebiyatı
Fiyat: 19.00 

Kitap arkası yazısı, Karanlığın Yüreği- Joseph Conrad.

"Karanlığın Yüreği’ni yazmadan sekiz buçuk yıl önce Joseph Conrad Kongo’da bir buharlı geminin kaptanlığını yapmış ve yolculuğu sırasında karşılaştığı zulüm manzaralarına dayanamayıp kısa bir süre sonra bu işi bırakmıştı. 1902 yılında kitap halinde yayımlananan Karanlığın Yüreği, Conrad’ın bu sıralarda yaşayıp gördüklerinden çok iz taşır. Yüz yıldan uzun bir süredir edebiyatçılar ve sosyalbilimiler tarafından yorumlana yorumlana tüketilemeyen, dünyanın ve tarihin olduğu kadar insanın kendi karanlığına da eğilen bu başyapıtı, Sinan Fişek’in usta işi çevirisinden, Conrad’ın Kongo seyahati sırasında tuttuğu ve Türkçe’de ilk defa yayımlanan günlüğü ile beraber okuyacaksınız."

'Bu kısa kitap modern edebiyatın en büyük örneklerinden biridir' – Malcolm Bradbury.
'Karanlığın Yüreği’nde Marlow’un Kongo’daki yolculuğu Dante’nin Cehennemde’de derinlere doğru yaptığı yolculukla karşılaştırılmıştır, ve bu doğru bir karşılaştırmadır.' – David Lodge."

İletişim Yayınları
Modern Klasikler Serisi
Fiyat: 13.50 

Kitap Arkası Yazıları Serisi


Yazardan bahsedilen arka kapak yazıları, kitaptan (hatta bazen sonundan) bahsedilen arka kapak yazıları, kitap üzerine yorumların yer aldığı arka kapak yazıları, yazarın fotoğrafının (tercihen afilli bir duruşa sahip olan) yer aldığı arka kapaklar... Kapak arkası yazılarına ne kadar güvenirsiniz? Hep okur musunuz? Açıkçası ben kitap almadan önce otomatik bir şekilde kitabın ön kapağını inceledikten sonra arkasına çeviriyorum (Yapı Kredi’nin arka kapağı bomboş olan kimi kitapları işte bu nedenle beni affallatıyor). Ve açıkçası kitap hakkında genel bir fikir verdiğine de inanıyorum. Bayılmıyorum ama faydalı buluyorum. Buradan yola çıkarak da ara ara kitap arkası yazılarına yer vereceğim, bahsi geçen kitabın yayınevi ve fiyatıyla beraber. Belki arkasından kitap üzerine yazı da gelir. Herkesin işine yarayacak bir seri olacağını düşünüyorum. “Kitap Arkası Yazıları Serisi”.

Görüşmek üzere.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Girl Novels kavramına eleştirel bir bakış



Daha önceki bir yazımda bahsettiğim üzere Euphoric’in başlattığı bir proje var. Yazıyı okumak isteyenler tık. İşte orada hangi kavramdan bahsediliyor? Girl Novels’dan. Peki nedir Girl Novels? Twitter’da bu etkinliği duyurunca, Twitter dostlarımdan neslihan proje fikrini sevmesine rağmen böylesine bir sınıflandırmayı itici bulduğunu belirtti. Hatta aramızda geçen konuşmayı  direkt copy-paste edeyim (birazcık ispiyonlamak gibi oldu ama olsun).

Okuyan Kedi: "Haydi Kızlar Projeye: 50 Classic Girl Novels" Proje vaaar! Detaylar içinfunstuffandlovelythings.blogspot.com/2012/06/haydi-… ve 
Neslihan: girl novel diye bir sınıflandırma rahatsız edici ama proje güzel ki!
Okuyan Kedi: label rahatsız edici gelmedi.ciddi kategori olarak algılamadım gibi.PridePrejudice deyince mesela aklıma girl novel geliyor(:
Neslihan: Jane Austen hadi neyse de bi Ernest Hemingway romanını kız romanı diye tabir etmek zor geldi bana:) ya da Proust, Salinger...
Okuyan Kedi: e ben o zaman bunu anket sorusu yapayım blogda (: "Girl Novels" sınıflandırması/kategorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Neslihan: yap bakalım benim gibi düşünenler çok muymuş merak ettim:) katılırım projeye hatta ilk kitabım da 'The Great Gatsby' olsun!

Konuşma böyle gelişti, ben de sizle sormak istiyorum, böylesine bir sınıflandırma sizce nasıl bir sınıflandırma? Naif ve zararsız mı? Cinsiyetçi mi? Çok mu genel yoksa çok mu kısıtlayıcı? Anket sayfanın sağ tarafında bir yerlerde. Katılırsanız sevinirim.

Bahsettiğim liste de şuydu, kitaplara bakıp yorum yapmak daha iyi olur herhalde.


Miss Potter (2006)

Yıl: 2006
Yönetmen: Chris Noonan
Senaryo: Richard Maltby Jr.
Oyuncular: Reneé Zellweger, Ewan McGregor, Emily Watson.



"Stories don't always end where their authors intended. But there is joy in following them, wherever they take us." - Beatrix Potter.
 
Bloga bir gün içinde girdiğim birden fazla yazının sebebini merak ediyorsunuzdur belki. Sebebi çok basit. Yeni taşındığımız evimizde hala internet yok. Ben de bu yüzden ara ara Starbucks’a gelip, bir şeyler yazıp evime geri dönüyorum. Pek şikayetim yok çünkü ev çok sıcak, cafeler çok serin. Şimdi de en son izlediğim filmlerden biri olan Miss Potter üzerine bir film yazısı okuyacaksınız.


Geçen hafta, akşamüstlerine doğru iyice enerjim bitiyordu. Bu hafta da değişen bir şey yok esasında. Ben de yattığım yerden bir şeyler yapmaya çok alıştım. En iyisi de film izlemek oldu sanırım. Tabi ara ara uyuyakaldım sıcaklığın rehavetinden ama olsun. Hiçbir filmi yarım bırakmadım (yoksa kitapları yarım bırakamama takıntım filmlere mi geçti?). Miss Potter güzel bir film. Yazar ve çizer bir İngiliz'in hikayesi, dünyada en çok satan çocuk kitaplarının (The Tale of Peter Rabbit mesela, ya da Jemima Puddle-duck) yazarı Beatrix Potter'ın.


Beatrix Potter'ın gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor bu film. Bayan Potter, 1866 yılında İngiltere'de, hayli zengin, üst sınıf bir aileye doğmuş.   Film ise yanlış hatırlamıyorsam, 1905 yılından başlıyordu. Ya da daha geç, çünkü Potter artık 32 yşında genç bir kadındı. Baskıcı bir anne ve ona kıyasla daha sevgi dolu ve destekleyici bir baba figürü vardı filmde. Aslında anneye de hak vermek ve dönemde hala etkisini sürdüren, gündelik hayatı denetleyen Viktorya dönemi kurallarını unutmamak lazım. 32 yaşında hala bekar olan bir kadın, yaşıtlarının aksine hem evlenmemiş hem de çay içmece gezintilerine çıkmak yerine çocuk öyküleri yazıyor, resimler çiziyor, doğayı seviyor, çizimleriyle ve elbette hayvanlar ile konuşuyor. Bu anne sinirlenmesin de kim sinirlensin. Sonrasında gelen mutsuz bir aşk öyküsü (ay spoiler mı oldu mutsuz demem şimdi?). Yükselen bir başarı grafiği, kitaplardan kazanılan paralar ve kazanılan paraların parça parça satılmakta olan çiftliklere yatırılması, Potter'ın vefatından sonra tüm bu işlemekte olan çiftlikleri devlete bırakması. Hem bu doğal arazilerin para düşkünlerinin elinde parçalanması, çiftçilerin topraklarından çıkarılmasının önüne geçmiş Potter hem de doğa korunmuş olmuş. 
Jemima Puddle-Duck


Buradan sonrası biraz spoilerlı, filmi izlemek isteyenler, biraz atlayarak okyabilirler. Aşk hikayesi dedik, hiç de iyi bitmiyor. Aslında kısmen iyi bitiyor da, iyi bitene kadar ben epey ağladım. Kavuşamayan aşıklar beni hep ağlatır zaten. Her neyse, spoilerı da çok uzun tutmamaya karar verdim. Bence izleyip, kendiniz görün, ağlayın.


Spoiler bitti. 


Ben filmi neden sevdim? Bilmiyorum. Kitaplarla ilgili olması, bir kadın başarı öyküsü olması, doğa manzaraları... Tüm bunlar sebep olmuş olabilir. Ara ara yer alan animasyonlar da epey güzeldi. Nasıl denir, bu filmi izlerken yüzünüzde hep bir gülümseme oluyor, birkaç sahne hariç. 
Peter Rabbit


Oyunculara gelelim. Reneé Zellweger'i sever miyim? Bilmem. Sevmem diyemem sanırım. Sevimli bir kadın, konuşması mesela bence epey komik. Bu filmde de öyle. Miss Potter karakterine ne kadar oturmuş bilmiyorum. Bence rahatsız edici bir yanı yoktu. Emily Watson da iyiydi, Ewan McGregor'dan pek emin değilim.


Bir de şunu fark ettim, film izlerken de elimde bir not defteri tutmam lazım sanırım. Çünkü birkaç gün önceye kadar aklımda filme dair değinmeyi düşündüğüm bir sürü şey vardı, yazmadığım için hepsi uçup gitmiş. Neyse, bir sonraki filme kısmet artık. 


Potter'ın kitapları Türkçe'ye çevrildi mi acaba diye merak ettim. Evet çevrilmiş, iyi ki de çevrilmiş. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından, Jemima Pamukördek ve Tavşan Peter diye de Türkçe adlar vermişler. Bence çok sevimli olmuş.


Özet olarak, bence yazın rahat rahat izlenebilecek epey güzel bir film. Mesela 1900 başlarındaki baskı tekniklerini başka nerede göreceksiniz? Elbette görürsünüz ama belki de bir film uzağınızda değildir.


Beatrix Potter hakkında daha fazla şey okumak için şuraya bakabilirsiniz. 
Bunlar da Potter'ın çizimlerinden bir kolaj. Çok güzel değiller mi?





"There's something delicious about writing those first few words of a story. You can never quite tell where they will take you. Mine took me here, where I belong." - Beatrix Potter

İstanbul'un Kitapçıları, #1: Kadıköy Kabalcı.


Moda’da oturuyorum, rıhtım genellikle yolumun üstü oluyor okula giderken ki bu aralar sıklıkla da okula gidiyorum. Ben her yere erken giderim. Güzel bir alışkanlık değil. Kronik paranoya, evham ve panik ruh halinin üstüne, tam anlamıyla bir cherry on top oluyor. Ne denir, üstüne tüy dikiyor. Her neyse. Erken çıkınca da evden, genelde kitapçılara, dükkanlara girip çıkıyorum. Tabi bu da keseme fena yansıyor, ihtiyacım olmayan şeyler alıyorum genelde. Neyse, bunu da geçelim. Evden çıktıktan sonra civarda uğradığım kitapçılar sırasıyla şöyledir: Penguen Kitabevi, İş Bankası Yayınları, Mephisto ve Yapı Kredi Yayınları. Bu seriden de oldukça memnundum. Geçen haftalarda otobüs duraklarının karşısındaki yoldan yürürken, karşıma pat diye Kabalcı çıktı, epey de sevindim. Günlük kitapçı gezilerime bir yeni durak daha eklenmişti.

Ben Kabalcı’yı nereden biliyorum? Beşiktaş Kabalcı’dan elbette ve epey ünlü olan kırtasiye stoklarından. Zaten Kadıköy’de açılan da ikinci şubesi İstanbul’daki sanırım, ama emin de değilim. Dağıtım ise Mecidiyeköy’den yapılıyormuş. Kadıköy şubeleri Beşiktaş’a kıyasla daha küçük. Müzik ve film satışı yok. 2,5 kat diyebiliriz. Girişte edebiyat, üst katta ders kitapları vs.var. Zemin kat ise kırtasiye ürünlerine ayrılmış. Çalışanları çok güleryüzlüydü. Hele kırtasiye reyonundaki abi çok çok iyi kalpli gibiydi. Artık birilerine abi diyecek yaşı geçtim sanırım, neyse. Ayrıca, indirim reyonları da bulunuyor. Açıkçası benim ilgimi çekecek bir şeyler çıkmadı içinden ancak bir aralar 2 liraya Alice Harikalar Diyarında satıyorlardı. Elbette, Kabalcı’nın kendi yayınları ile ilgileniyorsanız, mutlaka uğramalı ve bir göz atmalısınız.

Kabalcı Kart’ı unutmamak lazım. Açıkçası ben bir dahaki sefere çıkartmayı planlıyorum. Hemen de teslim ediyorlarmış şubeden. Tanıtım yazısında dediğine göre, yıl boyu özel indirimler, kampanyalar ve taksitlendirme imkanlarından yararlanma imkanı sunuyormuş.

Kabalcı Yayınları’nın minik bir tarihçesini hem kendim öğrenmek hem de sizlerle paylaşmak istedim, sitelerine baktım ancak bulamadım. Üzülerek belirtiyorum ki, bence birazcık başarısız bir siteleri var. Böylesine güzel kitaplar yayınlarken, bence internet siteleri varolandan daha fazla ilgiyi hak ediyor. Sanırım twitter hesapları da yok. Bence olmalı. 

Ben yanlış yere bakmışım. kabalci.com.tr internet satışının yapıldığı yermiş. Bir de kabalciyayinevi.com var. Orası çok iyi, iyi düzenlenmiş. Hatta tarihçeyi de hemen copy-paste yapıyorum. "1987 yılında şahıs firması olarak kurulup 1997 yılında şirketleşen ve günümüze dek köklü deneyimiyle yayımcılık çalışmalarını sürdüren Kabalcı Yayınevi, çağdaş okuyucunun taleplerini karşılayacak bir yayın çalışması ve politikasının takipçisidir. Yayıncılık yelpazesinin hızla renklendiği şu günlerde kendine özgü bir renge sahip olan Kabalcı Yayınevi yayımcılık ilgisini referans kitaplarından, akademik çalışmalara, temel başvuru kitaplarından bilimkurgu kitaplarına kadar geniş bir düzlem içinde çalışmalarını sürdürmektedir."

Bu yazı için genel olarak geçen gün uğradığımda aldığım kitapçıklarından faydalandım. Fotoğraf makinem yanımda değil maalesef, sizlere gösteremiyorum ama güzel hazırlanmış. İçerisinde Kabalcı tarafından basılmış kitaplar, kitapların tanıtıcı yazıları, fiyatları da yer alıyor.Kabalcı Yayınevi aynı zamanda kabalci.com.tr adresi üzerinden online satış da yapıyor, dediğim gibi.

Kabalcı bir yayınevi. Peki neler basıyorlar? Türk dilinin temel eserlerine özel bir ilgi var yayınevinde. Örnekler, Dede Korkut Hikayeleri, Kutadgu Bilig, Seyahatname, Baburname... Açıkçası çok emin olamadım tüm bu eserleri ne adı altında gruplandırmalıyım. Bu da benim ayıbım. En iyisi ben adlarını yazayım bazılarının, siz belki anlarsınız: Kabusname- Keykavus, Ariflerin Menkıbeleri- Ahmed Eflaki, Fususu’l Hikem- İbnü’l Arabi, Şahname- Firdevsi... Hah, şimdi gördüm. Bu eserler “Şark Klasikleri” adı altında gruplandırılmış.

Benim ilgimi çekense “Sözlükler” oldu. Sinema, Televizyon, Video, Bilgisayarlı Sinema Sözlüğü, Shakespeare Sözlüğü, Çin Simgeleri Sözlüğü, Fars Mitolojisi Sözlüğü, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İbnü’l Arabi Sözlüğü.

Daha sonra sıra incelemelere geliyor. Tüm bunları bahsettiğim kitapçığa bakarak yazıyorum bu arada. Yayıma hazırlananlara da yer vermişler. Epey iyi hazırlanmış, ancak Ernest Gellner’ın soyadını yanlış yazmışlar, Gelner hatalı olmuş.

Felsefe kitapları da epey yüklü Kabalcı’nın. Hem temel eserleri yeniden basmışlar hem de konu üzerinde incelemelere yer vermişler. Bunun yanısıra, Antropoloji, Arkeoloji ve Mitoloji, Bilimkurgu, Fantastik, Sinema ve Tiyatro, Çağdaş Fransız Düşüncesi üzerine de basılı kitaplar var. İlgililerine duyurulur. Ben Kabalcı’yı Michael Ende’in kitaplarını bastığı için ayrıca seviyorum (bkz. Bitmeyecek Öykü, Momo, Dilek Şurubu, Özgürlük Hapishanesi).


Kitapçığa bakarken, ben neler almak isterdim listesi yapıverdim kendime hemen. Liste şöyle:

  • Hanedan Üçlemesi kitapları - Brian Herbert, Kevin J. Anderson
  • Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine - Jürgen Habermas
  • Frankfurt Okulu - Phil Slater
  • Godot'yu Beklerken - Samuel Beckett
  • Son İnsan - Maurice Blanchot

Sanırım bu yazı kitapçı yazısı olduğu kadar yayınevi yazısı da oldu. Umarım severek okumuşsunuzdur ve serinin bir sonraki kitapçısını merakla beklersiniz.

Sevgiler.

Yeni Seri: "İstanbul'un Kitapçıları"


şuradan alındı

Seriler hazırlamayı seviyorum. Hatta birazdan blogu birazcık düzenlersem, sağ tarafta bugüne kadar başlatmış olduğum tüm serileri görebileceksiniz. Yeni serinin adı ise, “İstanbul’un Kitapçıları”

İstanbul’da yaşamayı seviyorum. Evet bazen çok bla bla bla ama ben seviyorum. Hep yapacak bir şeyler bulmam en önemli etken sanırım bunda. İnsanlar nereli olduğumu sorup da ‘İzmir’ cevabını aldıklarında beni çok çok kıskandıklarını gözlerinden anlıyorum, çoğu zaman kendileri itiraf ediyorlar zaten. İzmir’i de severim ancak büyüdüğüm yer İstanbul oldu sanırım. 17 yaşımdan beri buradayım ve büyümek sadece kemiklerimizin gelişmesi değil. İstanbul’dan topladığım güzel anılar ve bir avuç da insan var.

Ara ara blogda İstanbul’un kitapçılarından bahsedeceğim. Kadıköy rıhtımda yeni açılan Kabalcı ile başlıyorum seriye. Sonrasında yine biraz Kadıköy civarlarında dolanıp, karşı yakaya geçmeyi planlıyorum.

Sizden gelecek yazıları, fikirleri, fotoğraflar ya da konuyla ilgili başka herhangi bir şeyi yayınlamaktan zevk duyarım! (okuyanbirkedi@gmail.com)

Sevgiler, iyi okumalar (:

6 Temmuz 2012 Cuma

Dikiş nakış işleri.


Dikiş Nakış işleri çok ilginç. Ben seviyorum sanırım. Peki ne zaman başladı bu merak ve nasıl sekteye uğradı? Şöyle ki, okula başlayana kadar dedem ve anneannem ile yaşadım, okula başladıktan sonra da ara tatiller ve yaz tatilleri hep onlarla beraber geçti. Bu boş zamanlarda genelde kitap okurdum ya da el işi bir şeyler bulurdu anneannem bana, onlarla oyalanırdım. Çocukken de hiç öyle çıkayım da sokaklarda koşayım, saklambaç oynayayım gibi isteklerim olmadı. Sessiz sessiz tek başıma, ev içlerinde oyalandım hep. Hal böyle olunca bu el işi işleri, boncuk dizme ile başladı. Başlarda gelişigüzek geçirirken boncukları iplere ya da misinalara, zamanla epey güzel şeyler yaptım. Hala da zaman zaman kendi takılarımı kendim yapıyorum ancak eskisi gibi zaman ayıramıyorum. Sonrasında babamın eve getirdiği kil ile minik heykeller, tabak çanak yapmaya başladım. Ancak evi biraz kirletince, o heves biraz kursağımda kaldı. Resim çizmeyi, boyalarla oynamayı da sevdim. En çok karakalem çizim yapmaktan zevk aldım. Ahşap da boyadım ama bir noktadan sonra o çok ev hanımı işi gibi gelmeye başladı. Gördüğünüz gibi her işe batıp çıkmışım. İyi ki de yapmışım, çok keyifliydi her biri çünkü. Tüm bunların arasında iki şeyi çok sevdim. Kasnak ve kanaviçe. Bilmeyenler vardır, önce açıklasam daha iyi olabilir.

Kasnak, biri diğerinin içine geçebilen iki tahtadan halka. Azıcık daha küçük olan halkayı alıyorsunuz, üstüne nakış işlemek istediğiniz kumaşı koyuyorsunuz, sonrasında da azıcık daha geniş olan halkayı küçük üstüne geçiriyorsunuz. Böylelikle kumaş arada gerilmiş oluyor. Gergin olması, sizin işlemenizi kolaylaştıracaktır. Sonrasında bu gergin kumaşın üstüne kurşun kalemle hafifçe, eğer kumaşınız koyu renk ise, beyaz kalemleri ya da beyaz sabun parçalarını kullanarak istediğiniz deseni, şekli çiziyorsunuz. Sonrasında, tuhafiyecilerde bu iş için özel olarak bulunan ipler ile işlemeye başlıyorsunuz. İp ve işleme teknikleri hakkında detaylı bilgi verecek konumda değilim maalesef. Elbette internette epey kaynak vardır. Ben epey küçüktüm sanırım kasnakta bir şeyler yaptığımda. Hatta epey komik, Harry Potter yazıp onu işlemiştim. Kitap okuma ve dikiş nakış aşkı buluşmuştu yani (:

Kanaviçe ise çok çok güzel bir şey. Bu iş için özel satılan etamin kumaşları vardı kasabada. Bölgeden bölgeye malzemelere berilen isimler değişiklik gösterebilir elbet. İşte bu kareli defter hizasında delikleri olan kumaşa, istediğiniz deseni işleyebilirsiniz, kısmen kasnak işinde kullanılan ipliklerin daha kalınından kullanarak. Masa örtüleri, çantalar ve daha neler neler yapılabilir.

Bu kısa bilgilerden sonra gelelim benim son zamanlarda artan dikiş nakış merakıma. Bir süredir kulağıma çalınıyordu zaten, insanların artık evlerinde dikiş yaptığı. Kıyafetler, çantalar, yatak örtüleri vs. Tabi tüm bunlar için sanırım küçük de olsa bir dikiş makinası gerekiyor. Aslında İzmir’de bir tane var. 70’li yıllardan kalma bir Singer. Babaannemden de bize kaldı ancak ben bir türlü çalıştıramıyorum. Her İzmir’e gidişimde deniyorum ancak olmuyor. Çalışsa da onu İstanbul’a getiremem çünkü yaklaşık bin kilo. Mesela arkadaşımla eve yaptırdığımızdan perdelerden yaklaşık 4 orta boy yastıklık kumaş çıktı ancak bir türlü başlayamıyorum. Sanki elde de dikebilirim gibi geliyor. Belki de o kumaşlara bulaşmadan önce başka birşey denemeli. Yastık, kese, bez çantalar yapması kolay ve bence son derecede kullanışlı. Ancak benim aklımda, bu işe yeni başlayan, başlamayı düşünenlerin de paylaşabileceği birkaç soru var:

  • Yeni başlayanlar hemen dikiş makinesi almalı mı?
  • Dikiş makinesi alırken nelere dikkat etmeli, acemiler için en uygunu hangisi?
  • İstanbul’da güzel kumaşlar nerelerde satılyıyor?
  • Modeller, patronlar nerelerden bulunur?
  • Öncelikle ne dikmekle başlanmalı, bu işin temelleri nedir?

Belki bu yazıyı okuyanlar arasında sorularımın hepsini olmasa da bazılarını cevaplayabilecek birileri vardır. Umarım vardır. Çok sevinirim.

İşler böyleyken ben de şimdilik dikiş bloglarına bakmakla yetiniyorum. Sevdiklerimin detaylı bir listesi de şöyle:

The Leading Lady.

Arthur Abbott: You know what I've been asking myself all night?
Iris: What? Why I'm bothering you with all these questions?
Arthur Abbott: I'm wondering why a beautiful girl like you would go to a strangers' house for their Christmas Vacation, and on top of that spend Saturday night with an old cock-up like me.
Iris: Well, I just wanted to get away from all the people I see all the time!... Well, not all the people... one person. I wanted to get away from one... guy.
[she sobs]
Iris: An ex-boyfriend who just got engaged and forgot to tell me.
Arthur Abbott: So, he's a schmuck.
Iris: As a matter of fact, he is... a huge schmuck. How did you know?
Arthur Abbott: He let you go. This is not a hard one to figure out. Iris, in the movies we have leading ladies and we have the best friend. You, I can tell, are a leading lady, but for some reason you are behaving like the best friend.
Iris: You're so right. You're supposed to be the leading lady of your own life, for god's sake! Arthur, I've been going to a therapist for three years, and she's never explained anything to me that well. That was brilliant. Brutal, but brilliant. 


- The Holiday.

Love is Blind.

"i've found almost everything ever written about love to be true. shakespeare said "journeys end in lovers meeting." what an extraordinary thought. personally, i have not experienced anything remotely close to that, but i am more than willing to believe shakespeare had. i suppose i think about love more than anyone really should. i am constantly amazed by its sheer power to alter and define our lives. it was shakespeare who also said "love is blind". now that is something i know to be true. for some quite inexplicably, love fades; for others love is simply lost. but then of course love can also be found, even if just for the night. and then, there's another kind of love: the cruelest kind. the one that almost kills its victims. its called unrequited love. of that i am an expert. most love stories are about people who fall in love with each other. but what about the rest of us? what about our stories, those of us who fall in love alone? we are the victims of the one sided affair. we are the cursed of the loved ones. we are the unloved ones, the walking wounded. the handicapped without the advantage of a great parking space! yes, you are looking at one such individual. and i have willingly loved that man for over three miserable years! the absolute worst years of my life! the worst christmas', the worst birthday's, new years eve's brought in by tears and valium. these years that i have been in love have been the darkest days of my life. all because i've been cursed by being in love with a man who does not and will not love me back. oh god, just the sight of him! heart pounding! throat thickening! absolutely can't swallow! all the usual symptoms." 

- The Holiday

The Holiday.

Yıl: 2006
Yönetmen: Nancy Meyers
Senaryo: Nancy Meyers
Oyuncular: Kate Winslet, Cameron Diaz, Jack Black, Jude Law


Bir film yazısı daha. Ancak ilkinden farklı olarak bu filmi özellikle seçip izlemedim. Televizyonda "Tatil" adıyla önüme çıktı, ben de izlemeye karar verdim. Aslında başta biraz önyargılı yaklaştım, romantik anlarla dolu bir film diye. Ama izledikçe, pek de öyle olmadığına karar verdim ve sevdim. 

Ben Noel zamanı filmlerini severim,küçüklükten beri. Hele bu yaz sıcağında karlar içinde geçen bir filmi izlemek pek hoşuma gitti.

Iris (Kate Winslet) ve Amanda (Cameron Diaz). İki farklı kadın. Farklı hayatlarda farklı şeylerden şikayetçiler. Aslında sadece şikayetçiler denemez sanırım. Bir üst seviyedeler, bunalmışlar ve 2 haftalığına da olsa hayatlarını baştan aşağı değiştirmek istiyorlar. Amanda Iris'in İngiltere Surrey'deki evine, Iris de Amanda'nın Los Angeles'taki son derece lüks villasına taşınıyor. hayatlarındaki erkeklerden kaçarken bu sefer de gittikleri yerlerdeki erkeklere vuruluyorlar. Kısacası, erkeklerden kaçış yok demek istiyor sanırım yönetmen bize.

Oyuncusuna göre film seçmek bana biraz yapılmaması gereken bir şey gibi geliyor. Fakat Kate Winslet ve Jack Black olmasa filmi sıkılmadan izler miydim bilmiyorum. 

Cameron Diaz'ın canlandırdığı karakter Amanda her ne kadar sıradışı ve izlenilesi olsa da büyük olasılıkla Diaz'ın binbir işlemden geçmiş suratını incelemekten ben karaktere pek odaklanamadım. Iris'e gelince, yuvarlak hatları ve komplekssiz tavırları çok sevimli geldi. 

Jude Law'a yani Graham'a gelirsek, ben hiçbir zaman bir Jude Law hayranı olmadım, çok da fazla filmini izlemedim ama bilmiyorum, kızlarıyla olan sahneler haricinde bence sıradan bir karakterdi. Kızlara gelirsek, Jude Law bir dul ve evet gerçek hayatta böyle dullara pek rastlanmıyor sanırım, aşırı sevimliler! Amanda, Graham ve kızlar Olivia ve Sophie'nin ev içinde kurulu çadırda yattıkları sahnede aşırı sevimlilik ve mutluluk yüklemesinden komaya girebilirsiniz, dikkat edin (:

Filmin en renkli kişisi elbette yaşlı senaryo yazarı Arthur Abbott (Eli Wallach). Keşke benim mahallemde de bir adet Arthur olsa da her kafam karıştığında gidip ona bir şeyler sorsam dedim içimden filmi izlerken. 

Benim film boyunca en başarılı bulduğum anlar Iris'in hayal kırıklıklarıydı sanırım. Aşık olduğu adamın nişanlandığını öğrendiği bir de yeni yeni hoşlanaya başladığı adamın eski sevgilisine döndüğü anlar. Bu sahneleri görmelisiniz bence. "Ben de yaşamıştım aynen bu anı" diyeceksiniz, başınızdan geçenler farklı olsa dahi. Onun ağzından çıkanlar, içiniz acıtabilir, dikkat! 

Filmde iki ayrı ev olunca insan ister istemez soruyor kendine ben hangisinde yaşamak isterdim diye ve kesinlikle Iris'in Surrey'deki evini tercih ederdim. Hatta tek kelimeyle bayıldım ben o eve. 

Sorun şu ki, hayat filmlerdeki gibi değil. Yeni gittiğiniz kasabada tanıştığınız ilk ve tek erkek Jude Law kadar yakışıklı olmuyor. Canınızı sıkan sorunlarla karşılaştığınızda 2 dakikalık bir chat sonucunda evinizi tamamen yabancı birine bırakıp gidip onun evine yerleşemiyorsunuz. Bilmiyorum. Tamam filmler zaten adı üstünde film de, film karakterlerinin hayatları bu kadar yolunda gidince umutsuzluk ve mutsuzluğum daha da artıyor. Neyse.

Genel olarak filmin bir başyapıt olduğunu falan iddia edeceğim yok fakat romantik komedilerden pek de hoşlanmayan bana bile keyifli zaman geçirtmiştir. Kesinlikle izlenilebilir!

O hissi bilirsin değil mi?

Andrew Largeman: You know that point in your life when you realize the house you grew up in isn't really your home anymore? All of a sudden even though you have some place where you put your shit, that idea of home is gone.

Sam: I still feel at home in my house.

Andrew Largeman: You'll see one day when you move out it just sort of happens one day and it's gone. You feel like you can never get it back. It's like you feel homesick for a place that doesn't even exist. Maybe it's like this rite of passage, you know. You won't ever have this feeling again until you create a new idea of home for yourself, you know, for your kids, for the family you start, it's like a cycle or something. I don't know, but I miss the idea of it, you know. Maybe that's all family really is. A group of people that miss the same imaginary place.

Sam: [cuddles up to Andrew] Maybe. 




Andrew Largeman: Hani hayatının bir yerinde büyüdüğün evin bir noktadan sonra artık senin yuvan olmadığı hissini bilirsin, değil mi? Sahip olduğun her şey bir yerde duruyor da olsa, bir yuvaya sahip olma hissi uçup gitmiştir.

Sam: Ben evimde hala yuvamdaymışım gibi hissediyorum.

Andrew Largeman:Bir gün evinden ayrılıdığında anlayacaksın, bir gün içinde olup biter ve bir bakmışsın gitmiş. Bir daha hiç bir zaman onu geri kazanamayacakmışsın gibi hissedersin. Hiçbir zaman var olmamış bir yeri özlemek gibidir. Belki de bir geçiş ritüeli gibi, bilirsin. Kendi yuvanı kurana kadar bu duyguyu bir daha yaşaman mümkün olmayacak, bilirsin, çocukların, ve ailen için kuracağın bir yuva. Bu bir döngü gibi bir şey herhalde. Bilmiyorum, fakat bu fikri özlüyorum, ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Belki de aile olmak tam olarak da böyle bir şey. Aynı hayali mekanı özleyen insanlar topluluğu.

Sam: [Andrew'a sokulur] Belki.


Garden State.


not: altyazısız izledim, çeviriyi de ben yaptım.

Garden State.

Yıl: 2004
Yönetmen: Zach Braff
Senaryo: Zach Braff
Oyuncular: Zach Braff, Natalie Portman, Peter Sarsgaard

Şanslıyım. İlk film yazımı rastgele seçtiğim ve izledikten sonra çok beğendiğim bir film üzerine yazmak üzereyim. Garden State, ülkemizde Eve Dönüş adıyla gösterilmiş. Ben sinemada oynadığını hiç hatırlamıyorum. Rastgele seçtim desem de pek öyle sayılmaz sanırım çünkü filmin soundtracki benim çok uzun süredir bıkmadan dinlediklerimden biri (belki Dinleyen Kedi'de buna yer vermeliyim). Önce müziklerini sonra da kendini sevdiğim bu film hakkındakilere geçiyorum şimdi.

Filmin senaryosu benim uzun süre bayılarak izlediğim Scrubs'dan J.D olarak tanıdığımız, Zach Braff'den çıkma. 2005 yılında filmin müziklerinin başarısı nedeniyle Grammy almış. Müzikleri de Braff seçmiş. Başrolde de o var. Kısacası bu bir Braff filmi. Filmin başarılı karakterlerinden Mark'ı canlandıran Sarsgaard ise Stockholm Film Festivali'nde en iyi oyuncu ödülüne layık görülmüş. Sarsgaard'ı ben 2009 yapımı Orphan adlı filmdeki baba rolüyle hatırlıyorum. Sundance Film Festivali'ne de aday olmuş Garden State. Filmin sürprizlerinden biri Big Bang Theory'nin Sheldon'ı Jim Parsons burada karşımıza çıkıyor minicik bir rolle. 

Filmin adı nereden geliyor diye baktığımda, Wiki her zamanki gibi bu soruma da cevap buldu. Braff New Jerseyli. Şair Andrew Marvell da New Jersey için kaleme aldığı şiirinde şöyle yazmış "Such was that happy garden-state,/While man there walked without a mate". Buradan da filmin ismi çıkmış.

Şimdi eğer siz de birgün bu filmi izlemek isterseniz, alacağınız keyfi yok etmeden biraz filmden bahsetmek istiyorum. 

Aslında bu Andrew (Zach Braff) ve Sam (Natalie Portman)'in hikayesi. Rahatsız eden tek bir sahne bile yok. Tek bir diyalog dahi gereksiz değil, yapmacık değil. Sam, o kadar sevimli bir kadarkter ki, sırf onun için bile izlenebilir. Her şey bu ikilinin bir doktorun bekleme salonunda başlıyor. Andrew baş ağrıları için orada, Sam ise kronik bir yalancı. Yani farkında olmadan yalan söylüyor, sürekli ve bu durum artık psikiyatrist ve nörologların işin içine dahil oldukları bir raddeye gelmiş. Bu doktorlu sahnelerde ben bir hastalık hastası olarak epey gerildim. Bilirsiniz belki, bir hastalık hastasının hasta olmaktan sonraki en büyük kabusu, herhangi bir hastalığın belirtisini öğrenmektir. Çünkü öğrenmesinin ardından ilk 5 dakika içinde belirtileri kendinde aramaya ve bulmaya başlar. Çok şükür, belirti falan duymadım, zaten Andrew da turp gibiymiş. Neyse filme geri dönersek, hikaye annesinin ölümü üzere doğduğu eve dönen Andrew'ın hikayesi. Los Angeles'da oyunculuk ve garsonluk yapıyor. Mutlu olduğunu kimse iddia edemez sanırım.

Film eğer yanılmıyorsam 3 gün içerisinde olup bitiyor. O 3 gün Andrew için bir dönüm noktası oluyor, orası ayrı. Yıllar boyunca hiçbir şey hissetmeden yaşamış 26 yaşındaki bu adamın (gerçek anlamda hiçbir şey hissetmiyor, kullandığı sakinleştirici vb. ilaçlardan dolayı) canlanışı ve hislerini tekrar kazanmasını görüyorsunuz.

Bilinçaltı fena bir şey. Ben Zach Braff'ı çok uzun yıllar Scrubs gibi her dakika anırarak güldüğüm bir dizide izlediğimden dolayı, ağlama garantili bu filmde ağla(ya)madım. Bu filme karşı olan beğenimde bir şeyi değiştirmemiş olsa da, bilmiyorum işte... Zach Braff yerine başka biri olsa kesinlikle çok çok daha fazla etkilenirdim, orası kesin. Herhalde oyuncuların sürekli aynı tip rolleri oynamak istememelerinin sebebi bu. Bir de dudakları. O kadar garip ki şekli, yakın çekimlerde gözüm hep dudaklarına kaydı. Beğendiğim için falan değil, hatta rahatsız edici derece büyük bir alt dudağa sahip.

Natalie Portman daha doğrusu Sam'e geri dönecek olursak, kendime benzettim bu karakteri biraz sanırım. Çocukluğundan beri ağlayamayan Andrew yerine ağlayan, salak gibi görünecek olsa da düşündüğü her şeyi *pat* diye söyleyen bu kıza benziyorum ben sanırım çok fazla dedim içimden. 

Benim film boyunca "en sevdiğim" diyebilieceğim bir sürü sahne oldu ama kuyu'nun bahsinin geçtiği yerler ayrı güzeldi. Sonunun olup olmadığını bilmemek ve çevresindekilere günün birinde bir şeyler keşfetme ihtimali veren bu kuyu bana bir şeyleri anımsattı. Çok çok başarılı bir sahneydi.

Bir de filmde orijinal olma meselesi var. Özellikle Sam bu konuda epey takıntılı. Kendini hiç orijinal hissetmediği zamanlarda hiçbir şey yapamazsa kalkıp daha önce dünyada kimsenin çıkarmadığından emin olduğu bir ses çıkarıyor ya da bir dans figürüyle orijinalliğini geri kazanıyor. Bilmiyorum, belki de orijinal olabildiğimiz sürece varlığımız bir anlam taşıyor. Felsefi görüşler için çok uygun bir yer olmasa da, belki de insan anca özel bir şeyler yaptığından kendini özel hissediyor ve her şey daha da bi' anlamlı oluyor.

Filmi sevmediniz diyelim, ilk 15 dakika sonunda kararınız verdiniz, izlemeye devam etmeyeceksiniz. O zaman bence ekrana bakmayın ve sadece müziklerini dinleyin. Tabi eğer filmle beraber dinlerseniz çok daha anlamlı olur. Sahnelerin o kadar içine yedirilmiş ki müzikler, sanki şarkılar olmasa film eksik kalırmış gibi. Bir de mesela şarkı başlıyor, kulaklık Andrew'ın kulağından çıkınca müzik de bitiyor. Bu detaylar çok hoş olmuş bence. 

Filmde bana kalırsa 2 nokta var. Biri düğümse, diğeri de bunun çözüldüğü an. Söylersem, filmin tadı kaçar ama izleyecek olursanız, bunları tahmin etmeye çalışın bakalım. 

İlk film yazımı yazarken ben çok ama çok keyif aldım. Umarım siz de severek okumuşsunuzdur. Nelere de dikkat etmişim diye sevindim! Bu filmi birilerine önerir misin diye sorarsanız, 'kesinlikle evet!' derim. Aranızda filmi izleyenler varsa, sizler neler düşündünüz filmi izlerken ve sonrasında merak ediyorum. Yorum yazarsanız çok sevinirim (:

Filmden bir replikle bitiriyorum.

Sam: That's life. If nothing else, its life. It's real, and sometimes it fuckin' hurts, but it's sort of all we have.