26 Ekim 2012 Cuma

Sergüzeşt - Samipaşazade Sezai

"Çerkezü'l-asl, dokuz yaıda kul cinsi bir esireyi ilelü'l-eskamdan salim olarak Harput Mal Müdir-i sabıkı Mustafa Efendi'nin haremine kırk aded lira-yı Osmani mukaabilinde füruht ettiğimi mübeyyin işbu senedim bi't-tahrir hanım-ı mümaileyhaya teslim kılındı. 
Esirci Hacı Ömer"


Tatilin biten ilk kitabı Sergüzeşt oldu. Her ne kadar çok keyif aldığımı söyleyemesem de kesinlikle üzerine söylenecek çok şey olan bir roman.

Bundan herhalde 6-7 sene önce, Migroslarda büyük sepetlerin içinde Bordo Siyah yayınlarının kitapları satılırdı. Biz de annemle birkaç tane almıştık. Bu kitap da onlardan biri işte. Fiyatı da 2.990.000 TL. Dün Twitter'da bir nabız yoklamak istedim, bu yayınevi ile ilgili. Çünkü hakkında çok fazla şey duyuyordum. Anladığım kadarıyla uygun fiyatları bir yana kitaplardaki yazım hataları, çeviri bozukluklarından epey şikayetçi çoğu kişi. Galiba Sergüzeşt ilk okuduğum kitap bu yayınlardan. Ben en çok gerekli gereksiz düşülmüş dipnotlardan rahatsız oldum. "Herif", "adilik", "mizaç" kelimelerinin bile açıklanması bana garip geldi. Her neyse, biz geçelim kitaba.

163 sayfalık bu roman, yayın evinin tercihi üzerine 30 sayfalık bir açıklama ile başlamış. Fena da olmamış bence. Yazar, eser ve dönem hakkında yüzeysel de olsa bazı temel bilgiler ile başlıyor. Buradan da yazarın hayatı hakkında bir şeyler öğreniyoruz. Sezai Bey 1859 yılında İstanbul'da doğuyor, son derece varlıklı bir aileye ve bir konağa. Servet-i Fünun dergisinde yazıları yayınlanmış, 1937'de de İstanbul'da vefat etmiş. Anladığım kadarıyla, hayatına dair çok da fazla bir şey kalmamış geriye.

Çok fazla yazacak şey var, nereden başlasam?

Öncelikle şunu da bir kez daha fark ettim. Ben galiba kitap okumak kadar okuduğum kitap üzerine yazılmış şeyleri okumaktan da zevk alıyorum. İşte bu nedenle, iyi ki Güzin Dino'nun şu yazısı karşıma çıktı. Ama önce kısa bir özet vermek lazım.

Bir aşk hikayesi. Maceralı. Sergüzeşt de zaten macera demekmiş. Kafkasya'dan 9 yaşlarındayken getirilen bir küçük esir. Adı Dilber. Dilber esasında ilk hanımının ona verdiği isim, gerçek adını hiç öğrenmeyeceğiz. Üç farklı evin esiri oluyor. İlki kötü, sonraki iyi. Kendi kızları gibi bakıyorlar. Sonrasında bu evin küçük beyi Celal Bey'e aşık olunca, aşkı karşılık da bulunca Dilber'e yine yol görünüyor. Yolculuk Mısır'da bir sarayda son buluyor. Aşıklar kavuşamayınca ne olur? Ya mecnun olurlar ya da ölü. Celal Bey avare avare dolaşırken bir de beyninde kötü hastalık çıkıyor, Dilber'in ölümü ise daha kısa ve acısız oluor, Nil'in suları onu yutuyor. Sezai Bey Nil'in sularının Dilber'in vücudunu hürriyetine götürdüğünü söylüyor bize. Belki de öyledir. Orasını burasını geçelim de, kavuşamayan aşıklar ölüyor, içimiz rahat olsun. O yüce aşka leke meke sürülmüyor.

Sergüzeşt öyle çok da bilinen bir eser değil bana kalırsa. İlginç olan, buraların edebiyatında bir ilki gerçekleştirdiğine inanılan bu romana gerekli ilgi gösterilmemesi. Gösterilen ilginin ise birazcık sınırlarını aşması. Nedir? Denir ki Sergüzeşt bizim edebiyatımızın realist özellikler gösteren ilk romanıdır.  Diğer bir deyişle, gerçekçiliğe geçişe önemli adımı atandır. Gerçekten öyle mi peki? Dino çok iyi cevaplar veriyor bu argümana karşı. Bu konulara girmeden başka bir şeylerden bahsetmek istiyorum.

Sergüzeşt ya da Sezai Bey denince akla hemen Namık Kemal de geliyor, belki biraz da Ahmet Mithat. Bana kalırsa Sergüzeşt'i okuduktan sonra, daha önce okuduysanız dahi bir kez daha İntibah ya da Araba Sevdası'na göz atmak isteyaceksiniz. Sanki bu dönem romanları yapboz parçaları gibi birbirlerini tamamlıyorlar. 

Sezai Bey'in diline gelecek olursak, süslü, benzetmeler ve tasvirlerle dolu. Ama ona bir kere realizmin bizim buralardaki babalarından biri demişiz, bu benzetmeleri farlı anlamlar yükleyerek okuyoruz. Gözüme romantizmin laf kalabalığından farklı bir şeyler gibi görünüyor. Peki gerçekten o kadar farklı mı? Buna da birazdan değineceğim, Dino'dan yardım alarak. 

Sergüzeşt acıklı bir hikaye. Nokta atışı gibi hüzünlendiğiniz yerler. Yani sanki yazar oturmuş da demiş, hop şimdi ağlatıyorum, hop şimdi şurada gözler dolsun. Bilmiyorum, acıklı geldi acıklı gelmesine de bir türlü dahil olamadım ben bu hikayeye. Belki bu iki farklı dönem Tanzimat romanlarında sıklıkla görülen iyinin kötüyle savaşı beni sıktı. Çünkü nedir, iyi insanlar vardır, kötü insanlar vardır. Ama kötüler diğer tüm kötülerin kopyasıdır. İyiler de aynı şekilde. Misal, alın Dilber'in ilk hanımını koyun onun yerine esirciyi, hiçbir şey değişmez. Çok şematik ve tektiplerdir çünkü. 

Dilber neden esir oldu? Özlediği annesi ölü mü diri? Bu sorular hiç yanıt bulmuyor, benim gibi okuyucuların da aklına akılıp kalıyor. Bir de bence epey ilginç bir anlatıcı var romanda. Hani nasıldır, dışarıdan bir göz olan anlatıcı genelde anlatır, olan biteni iletir biz okuyucuya. Sezai Bey'in öyle bir anlatıcısı var ki, coşkulu mu coşkulu, aferin denecek yerde ilk o diyor. Birine kızılacaksa sövgüye ilk o başlıyor. Dilber'in hali ise onu mahvediyor. Hadi size bir görev, bir soru: Böyle anlatıcaların yeri var mı realist romanlarda? Üstüne düşünmesi iyi bir nokta bu.

Tanzimat romanlarının aceleciliği (belki de acemilik demeli buna) dikkatimi çeker hep. Yazar heveslidir, artık yeni bir anlatım türü olan romana sahiptir. Yazmak büyü bir tutkudur, yazmasa delirecektir. Ama bir türlü dengeyi tutturamaz. Ya tasvirlerden geçilmez, başınız döner konakların bilmem kaçıncı Louis dönemine ait koltuklarından ya da İstanbul'un tepelerinden izlenen mehtaplardan fenalık gelir. Bana diyaloglar hep az gelir. Bu insanlar hiç mi konuşmaz yahu? Hadi bakışıyorsunuz anladık, haremlik-selamlık, edep, örf adet de azıcık da dile gelin be dostlar. Köşk, konak, manzara tasvirleri karın doyurmuyor. 

Adettendir, gelin bir de bu romanda kadının yerine, yurduna, adına, sanına bakalım. E tabi marksist-feminist bir bakış açısı, söylem beklemiyordunuz değil mi Sezai Bey'den? Ben de beklemiyordum. Kadınımız düşmüş, kadınımız yine yine çaresiz. E zaten kör göze parmak dercesine bu kadın, Dilber, bir köle, esir. Daha ne diyelim. Aslında birazcık daha bir şeyler denebilir. Şöyle ki, hani aşk yüceydi, leke sürülemezdi, Celal Bey tüm o asaletine soyluluğuna rağmen tevazü gösterip, lütfedip bir esire aşık oluyordu ya, e zaten bu demek değil mi annesinin kuzusu Celal evin bir eşyasına aşık oluyor? Sezai Bey'in de hakkını yemeyelim, sık sık Dilber'in Celal'in oyuncağı olduğuna parmak basıyor. Kınıyor mu? Sanmıyorum. Dediğim şu ki, Celal çok aşık, Celal aşkından ölüyor. E peki Dilber'in evin hanımı tarafından esirciye geri verildiğini duyduğunda neden hemen acaba o şimdi kimin oldu diye düşünüyor? Birinin olmak, yeni sahipler, mülkiyet... Kadın burada eşya değil de ne? Ama o köle diyebilirsiniz. Ben de size derim ki, kim köle değil yahu? Ha, bir de komik bir şey söyleyeyim size, Dilber ki bir esir, bir köle, Celal Bey'in ona taktığı lakap şahane: Kleopatr.

Kadın dedik, erkeklerden bahsetmezsek olmaz. Ben biraz şeye değinmek istiyorum. Bu bizim romanlarda, filmlerde sevdiği kadına kavuşamayınca (bu kavuşmak da problemli bir terim. kavuşamadığından mı mahvoluyor yoksa sahip olamadığından mı?) delirme ritüeli epey tanıdık. Erkek adam neden deliriyor bu durumda? Deliriyor ama nasıl? Aklın kaybı geliyor benim hemen aklıma. Bir kayıp. Bir iktidar alanının kaybı. Kadınının kaybı ilk kayıp ise bunu ikinci bir iktidar alanının kaybı izliyor. Darbe üstüne darbe. Nedense akıl kaybı güç kaybı ile hiç ilişkilendirilmiyor gibi geliyor bana. Nedense.

Romana birazcık daha geri döneceksek, Sezai Bey'in bir taktiğini sevdim. Şimdi Celal Bey neden delirdi? Çünkü Dilber başka bir yere yollandı, ortadan kayboldu. Nerede olduğunu bilememek, hiçbir şey yapamamak da delirtti Celal Bey'i. Bu noktada biz okur olarak sadece Celal Bey'in ona buna saldırmalarına şahit oluyoruz. Biz de onun gibi Dilber'den hiç haber almıyor, ve merak ediyoruz. İşte bence bu Sergüzeşt'i döneminin diğer eserlerinden birazcık da olsa farklı bir noktaya koyuyor.

Şimdi Güzin Dino'ya ve onun incelemesine geri dönelim.

Dino'nun da belirttiği gibi, iki ana konu var bu romanda. Birincisi kölelik. ikincisi ise evlilik özellikle de farklı sosyal sınıflara ait bireylerin izdiviçları ki bu izidivaçların gerçekleştiğine pek şahit olamıyoruz. Bu iki konuyu bir yana bırakalım, Dino'nun sorusuna dönelim. "Sergüzeşt bizdeki realist romanın başlangıcı mı?" Sezai Bey bir konakta yaşamış, onların da esirleri olmuş. Şahit olduklarını yazmış bu romanda bir bakıma. Peki gerçekleri görüp bir şekilde onları kağıda dökmek, realist yazar olmaya yetiyor mu? Bence önemli diğer bir soru da bu. Dino bazı örnekler veriyor romanın romantik akımdan nerelerde ayrıldığına dair. Mesela Celal Bey ve Dilber birbirlerine ilk görüşte aşık olmuyolar, biraz zaman geçiyor. Evet çok tasvir var bu romanda ancak belirli bir amaca hizmet ediyorlar. O tasvirleri alıp attığınızda, bir şeyler eksik kalıyor. Dino da diyor ki, bu romanın realist bir roman sayılması zor çünkü esaslı eksikleri var, "şeyler" realist bir biçimde ortaya konmuyor. Ancak bu eserin Edebiyat-ı Cedide'nin yolunu hazırladığı da bariz. 

Peki o eksikler ne? Şöyle ki, Dino da diyor bunları, evet böyle şeyler olagelmiştir kesinlikle. Yani evin küçük beyi mutlaka güzel esir kızlardan birine gönlünü kaptırmıştır. Ona eyvallah. Ama sonrasında olaylar böyle mi gelişmiştir? Gerçek hayatta kişiler böylesine yavan ve sinik tepkiler mi vermişlerdir? Dino şöyle diyor, Sezai Bey fikirlerini yaşayan gerçek tiplerle ve olaylarla ortaya koymadı. Hayal ettiği tip ve olaylarla romanesk bir konu meydana getirdi. Ve de ekliyor, Sergüzeşt o devrin canlı vesikası değil.

Gerçekçi bir anlatım var mı bu romanda? Evet var. Ancak esirlerin hayatları tasvir edilirkenki gerçekçilik, Celal Bey ve Dilber'in aşkına gelince aynı oranda gerçekçi kalmıyor, kalamıyor. E tabi bir de tipler, tiplemeler. Dino bu konuda emin, diyor ki Sezai Bey tip yaratma konusunda Namık Kemal ya da Ahmet Mithat'tan öteye gidememiştir. Ancak ilginç olan, Celal Bey'in psikolojik özellikler taşıyan ilk yerli tiplerden biri olması. Dino'ya hak verdiğim bir diğer konu ise şu oldu: Celal Bey'i konak hayatı dışına taşıyamıyor Sezai Bey. Belki bunun sebebi, kendisinin de konak dışında oldukça tecrübesiz olmasındandır. E konak hayatı haricinde bir şeyler anlatamıyorsa bize roman, biz kalkıp da ona nasıl realist roman diyelim?

E sonuç olarak, Dino Sergüzeşt'in kısmen realist bir roman olduğunu söylüyor. Katılıyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder