6 Temmuz 2012 Cuma

Garden State.

Yıl: 2004
Yönetmen: Zach Braff
Senaryo: Zach Braff
Oyuncular: Zach Braff, Natalie Portman, Peter Sarsgaard

Şanslıyım. İlk film yazımı rastgele seçtiğim ve izledikten sonra çok beğendiğim bir film üzerine yazmak üzereyim. Garden State, ülkemizde Eve Dönüş adıyla gösterilmiş. Ben sinemada oynadığını hiç hatırlamıyorum. Rastgele seçtim desem de pek öyle sayılmaz sanırım çünkü filmin soundtracki benim çok uzun süredir bıkmadan dinlediklerimden biri (belki Dinleyen Kedi'de buna yer vermeliyim). Önce müziklerini sonra da kendini sevdiğim bu film hakkındakilere geçiyorum şimdi.

Filmin senaryosu benim uzun süre bayılarak izlediğim Scrubs'dan J.D olarak tanıdığımız, Zach Braff'den çıkma. 2005 yılında filmin müziklerinin başarısı nedeniyle Grammy almış. Müzikleri de Braff seçmiş. Başrolde de o var. Kısacası bu bir Braff filmi. Filmin başarılı karakterlerinden Mark'ı canlandıran Sarsgaard ise Stockholm Film Festivali'nde en iyi oyuncu ödülüne layık görülmüş. Sarsgaard'ı ben 2009 yapımı Orphan adlı filmdeki baba rolüyle hatırlıyorum. Sundance Film Festivali'ne de aday olmuş Garden State. Filmin sürprizlerinden biri Big Bang Theory'nin Sheldon'ı Jim Parsons burada karşımıza çıkıyor minicik bir rolle. 

Filmin adı nereden geliyor diye baktığımda, Wiki her zamanki gibi bu soruma da cevap buldu. Braff New Jerseyli. Şair Andrew Marvell da New Jersey için kaleme aldığı şiirinde şöyle yazmış "Such was that happy garden-state,/While man there walked without a mate". Buradan da filmin ismi çıkmış.

Şimdi eğer siz de birgün bu filmi izlemek isterseniz, alacağınız keyfi yok etmeden biraz filmden bahsetmek istiyorum. 

Aslında bu Andrew (Zach Braff) ve Sam (Natalie Portman)'in hikayesi. Rahatsız eden tek bir sahne bile yok. Tek bir diyalog dahi gereksiz değil, yapmacık değil. Sam, o kadar sevimli bir kadarkter ki, sırf onun için bile izlenebilir. Her şey bu ikilinin bir doktorun bekleme salonunda başlıyor. Andrew baş ağrıları için orada, Sam ise kronik bir yalancı. Yani farkında olmadan yalan söylüyor, sürekli ve bu durum artık psikiyatrist ve nörologların işin içine dahil oldukları bir raddeye gelmiş. Bu doktorlu sahnelerde ben bir hastalık hastası olarak epey gerildim. Bilirsiniz belki, bir hastalık hastasının hasta olmaktan sonraki en büyük kabusu, herhangi bir hastalığın belirtisini öğrenmektir. Çünkü öğrenmesinin ardından ilk 5 dakika içinde belirtileri kendinde aramaya ve bulmaya başlar. Çok şükür, belirti falan duymadım, zaten Andrew da turp gibiymiş. Neyse filme geri dönersek, hikaye annesinin ölümü üzere doğduğu eve dönen Andrew'ın hikayesi. Los Angeles'da oyunculuk ve garsonluk yapıyor. Mutlu olduğunu kimse iddia edemez sanırım.

Film eğer yanılmıyorsam 3 gün içerisinde olup bitiyor. O 3 gün Andrew için bir dönüm noktası oluyor, orası ayrı. Yıllar boyunca hiçbir şey hissetmeden yaşamış 26 yaşındaki bu adamın (gerçek anlamda hiçbir şey hissetmiyor, kullandığı sakinleştirici vb. ilaçlardan dolayı) canlanışı ve hislerini tekrar kazanmasını görüyorsunuz.

Bilinçaltı fena bir şey. Ben Zach Braff'ı çok uzun yıllar Scrubs gibi her dakika anırarak güldüğüm bir dizide izlediğimden dolayı, ağlama garantili bu filmde ağla(ya)madım. Bu filme karşı olan beğenimde bir şeyi değiştirmemiş olsa da, bilmiyorum işte... Zach Braff yerine başka biri olsa kesinlikle çok çok daha fazla etkilenirdim, orası kesin. Herhalde oyuncuların sürekli aynı tip rolleri oynamak istememelerinin sebebi bu. Bir de dudakları. O kadar garip ki şekli, yakın çekimlerde gözüm hep dudaklarına kaydı. Beğendiğim için falan değil, hatta rahatsız edici derece büyük bir alt dudağa sahip.

Natalie Portman daha doğrusu Sam'e geri dönecek olursak, kendime benzettim bu karakteri biraz sanırım. Çocukluğundan beri ağlayamayan Andrew yerine ağlayan, salak gibi görünecek olsa da düşündüğü her şeyi *pat* diye söyleyen bu kıza benziyorum ben sanırım çok fazla dedim içimden. 

Benim film boyunca "en sevdiğim" diyebilieceğim bir sürü sahne oldu ama kuyu'nun bahsinin geçtiği yerler ayrı güzeldi. Sonunun olup olmadığını bilmemek ve çevresindekilere günün birinde bir şeyler keşfetme ihtimali veren bu kuyu bana bir şeyleri anımsattı. Çok çok başarılı bir sahneydi.

Bir de filmde orijinal olma meselesi var. Özellikle Sam bu konuda epey takıntılı. Kendini hiç orijinal hissetmediği zamanlarda hiçbir şey yapamazsa kalkıp daha önce dünyada kimsenin çıkarmadığından emin olduğu bir ses çıkarıyor ya da bir dans figürüyle orijinalliğini geri kazanıyor. Bilmiyorum, belki de orijinal olabildiğimiz sürece varlığımız bir anlam taşıyor. Felsefi görüşler için çok uygun bir yer olmasa da, belki de insan anca özel bir şeyler yaptığından kendini özel hissediyor ve her şey daha da bi' anlamlı oluyor.

Filmi sevmediniz diyelim, ilk 15 dakika sonunda kararınız verdiniz, izlemeye devam etmeyeceksiniz. O zaman bence ekrana bakmayın ve sadece müziklerini dinleyin. Tabi eğer filmle beraber dinlerseniz çok daha anlamlı olur. Sahnelerin o kadar içine yedirilmiş ki müzikler, sanki şarkılar olmasa film eksik kalırmış gibi. Bir de mesela şarkı başlıyor, kulaklık Andrew'ın kulağından çıkınca müzik de bitiyor. Bu detaylar çok hoş olmuş bence. 

Filmde bana kalırsa 2 nokta var. Biri düğümse, diğeri de bunun çözüldüğü an. Söylersem, filmin tadı kaçar ama izleyecek olursanız, bunları tahmin etmeye çalışın bakalım. 

İlk film yazımı yazarken ben çok ama çok keyif aldım. Umarım siz de severek okumuşsunuzdur. Nelere de dikkat etmişim diye sevindim! Bu filmi birilerine önerir misin diye sorarsanız, 'kesinlikle evet!' derim. Aranızda filmi izleyenler varsa, sizler neler düşündünüz filmi izlerken ve sonrasında merak ediyorum. Yorum yazarsanız çok sevinirim (:

Filmden bir replikle bitiriyorum.

Sam: That's life. If nothing else, its life. It's real, and sometimes it fuckin' hurts, but it's sort of all we have. 

2 yorum:

  1. Aaa,izleyenkediye noldu :(

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir önceki postu okumadan atlamışım,tamam :) Hayırlı olsun bu birleşme o zaman. Garden State'i senin incelemenle görüp izlemiş,beğenmiştim. Yeni film yazıları sabırsızlıkla bekleniyor :))

      Sil